Geçtiğimiz günlerde etkileyici bir video karşıma çıktı. Bir profesör, sınıfındaki tüm öğrencilere buruşturulmuş birer kağıdı sınıfın önündeki çöp kutusuna oturdukları yerden atmalarını istiyor. İlk sıralardakiler hedefi rahatlıkla tutturuyor. Arka sıralardakilerin kağıtları ise çoğunlukla yere düşüyor. En arka sıranın tamamına yakını çöp kutusuna bile yetiştiremiyor.
Profesör sonra dönüp sınıfa şöyle diyor:
(Bahsettiğim videoyu bir daha bulamadım, ama merak edenler için onunla aynı şeyleri anlatan bir illüstrasyon videosunu aşağıya ekliyorum)
Bu video bana bir başka meşhur görseli hatırlattı.
Farklı boylardaki üç kişi, bir çitin arkasından maçı izlemeye çalışıyor. Elimizde de üç adet kutu var.
Çoğu zaman aradaki fark ilk bakışta bu kadar net görülmeyebilir. Asıl mesele, karar vermeden önce eşitlik çizgisinin nereden çekileceğini bulmaktır. Eğer bu çizgi herkesin eşit sayıda kutu alması üzerinden çizilirse, adalet sağlanamayabilir. Ama çizgi herkesin oyunu izleyebileceği seviyeden geçirilirse, adalet genellikle kendiliğinden ortaya çıkar.
Otoritenin asıl görevlerinden biri "fırsat eşitliği" sağlamaktır. Yani sorumluluğundaki topluluklarda tüm bireylerin fırsatlardan eşit şekilde yararlanmasını temin etmektir. Ancak günümüzde fırsat eşitliği çoğu zaman yüzeyde kalabilmekte; derine inildiğinde doğuştan ya da sonradan sahip olunan ayrıcalıklar başkalarının dezavantajlarına dönüşebilmektedir.
Eğitimde aynı müfredatı uygulamak, herkese aynı miktarda su sunmak ya da tüm yurttaşlara aynı hakları tanımak ilk bakışta adil görünebilir. Ama bir öğrenci özel ders ve teknolojik destekle sınava hazırlanırken, bir diğeri kalabalık bir sınıfta eğitim almak zorunda kalıyorsa; bir bölgede insanlar musluk suyuna rahatça erişirken, bir başkası kilometrelerce yürümek zorundaysa; savaş koşullarındaki bir bireyin temel haklara ulaşma mücadelesi güvenli bir bölgede yaşayanınkiyle kıyaslanamazsa, bu eşitlik gerçek bir adalet doğurmaz.
Gerçek adalet, bu yapısal farkları görerek; eşitliği yalnızca kâğıt üzerinde değil, hayatın içinde ve etkili bir biçimde kurmaya çalışmakla sağlanır. Bunun için bazılarının imtiyazlarından feragat etmesi, paylaşmakla kalmayıp sistemin yeniden düzenlenmesine katkı sunması gerekir. Ancak o zaman doğru çizilmiş bir eşitlik çizgisinden doğan gerçek bir adaletten söz edebiliriz.
Gerçek adalet; farklılıkları tanımaktan, eşitliği sadece şekilsel değil, işlevsel olarak kurgulamaktan geçer.
Adalet aslen bir sonuç değil; bir niyettir, bir farkındalıktır. Ve belki de en çok empatiyle başlar. Empati, sadece başkasının yerine kendini koymak demek değildir. Onun koşullarını anlamaya çalışmayı ve hayatı onun gözünden görebilmeyi de gerektirmektedir. Bu yüzden adalet, yalnızca hukukla değil; insanlıkla, erdemlerle, ahlakla ve bilinçle ilgilidir.
Ve sanılanın aksine bu sorumluluk yalnızca yasaları koyanların ve uygulayanların değil, hepimizin omuzundadır.
(Bu yazının düzenlenmesinde ve görsel tasarımında YZ araçları kullanılmıştır)