Düşünün ki lunaparkta çarpışan arabalara bindiniz. Birisi tur boyunca “herkes bana çarpıyor, hiçbir şey anlamadım, mağdur oldum” diye söyleniyor, üstelik parasını geri istiyor. Ama oyun zaten çarpışmak üzerine kurulu; kuralı bu. Biz de bazen böyle yapıyoruz: kendi isteğimizle bir ortama giriyoruz, o ortamın doğal sonucunu ya görmezden geliyoruz ya da haksızlık gibi paketleyip anlatıyoruz. Günlük hayatta karşımıza çıkan “saçma mağduriyetler” de böyle doğuyor: seçimi yapan biziz, ama zaman zaman bu seçimlerin bedelini konuşmak yerine hikâyeyi mağduriyet üzerinden anlatmayı tercih edebiliyoruz.
En ucuz bileti alıp bagaj, koltuk, ikram gibi ek ücretleri görünce “kandırıldık” demek, ya da iki aktarmalı uçuşa razı olup havalimanında beklerken sinirlenmek… Oysa hepimiz biliyoruz: ucuzun bir bedeli olur; ya hızdan, ya konfordan, ya esneklikten feragat edilir. Tam bu noktada devreye o çok sevdiğim meşhur cümle giriyor: “Hem 2,5 kuruş, hem ön koltuk, hem de Kızılay’a kadar!” Bu olmayınca da ortalığı ayağa kaldırmak ve kendimizi “haksızlığa uğramış” gibi anlatmak kolaydır; fakat mesele çoğu zaman haksızlık değil, baştan kurduğumuz beklentinin gerçeklikle uyuşmamasıdır.
Sokak arasında dürüm yiyip “tabak yok, sunum zayıf” diye burun kıvırmak, ya da self-servis bir restoranda “garson servis yapsın” diye ısrar etmek… Deneyimin ruhu neyse, beklentiyi de ona göre kurmak gerekir. Kampanyalı açık büfeden aynı anda hem sonsuz çeşit hem de sürekli tazelik beklemek; uygun fiyatlı butik otelden beş yıldız konforu talep etmek; hepsi aynı mantığın devamı. Ucuz, hızlı, kusursuz üçlüsünü aynı anda istemek güzel bir hayal ama gerçek hayatta bu üçgenden en fazla ikisi bir araya gelir. Üçüncüsü mutlaka taviz veya ekstra bedel ister.
İş hayatında tablo biraz daha karmaşık görünür ama mantık yine aynıdır. Yeni kurulmuş, büyümeye çalışan bir şirkete “özgürlük var, hız var, fikirler uçuşuyor” diye girip, bir ay sonra “düzen yok, belirsizlik çok” diyerek şikâyet etmek; ya da primli bir satış rolünü yüksek kazanç hayaliyle seçip “hedef baskısı var” demek… Bu rollerin doğası en baştan bellidir. Kurumsal bir yapının sunduğu netlik ve prosedür ile dinamik bir yapının sunduğu hız ve esneklik aynı paket içinde durmaz. Hangisini seçiyorsak, diğerinden bir miktar vazgeçeriz. Terfi de böyledir; sorumlulukla ve ekstra çabayla birlikte gelir. Bu gibi durumlarda mağduriyeti oynamak roller coaster’a binip “çok hızlı, lütfen yavaşlatın” demeye benzer; hız ve heyecan o yolculuğun parçasıdır.
Sosyal hayatta da benzerini görüyoruz. Canlı müzik mekânına gidip “çok ses var, sohbet edemedik” demek, ya da açık mikrofon gecesinde sahneye çıkıp eleştiri gelince “linç edildim” diye anlatmak… Girdiğimiz formatın dili neyse, gelen tepki de o dilin içinden gelir. Kalabalığın coşkusunu arıyorsak sohbetten, sohbet arıyorsak coşkudan feragat ederiz. Ritüeller de böyledir. Birinin evine konuk olup o evin sofra düzenine, ikram sırasına, küçük alışkanlıklarına itiraz etmek sonra da “kendimi kötü hissettirdiler” demek, ev sahipliğinin hakkını görmezden gelmektir. Misafirliğin dili, ev sahibinin emeğine saygıyla başlar.
Eğitim ve spor alanında da durum farklı değil. “Üç haftada hızlandırılmış program”a yazılıp “çok ödev var, yetişmiyor” diye yakınmak programın ruhunu kaçırmak demektir. Crossfit’e gidip “çok sert”, pilatese gidip “çok yavaş” bulmak da öyle. Tempoyu biz seçiyoruz; seçim, tempoyu beraberinde getiriyor. Tatil planlarında da aynı: ekonomik tura kaydolup şehir merkezinde otel, geniş boş zaman, tek otobüsle az yorgunluk ve bol aktiviteyi aynı pakette beklemek, gerçekliğe sığmaz. Fiyat düştükçe program sıkılaşır, otel şehir dışında olur, kalkışlar erkenleşir. Bu, hizmet kötü olduğu için değil, mantığı böyle işlediği içindir.
Şunu da ayırmak lazım: her itiraz “saçma mağduriyet” değildir. Gerçekten haksızlığa uğradığımız durumlar vardır ve orada ses çıkarmak yerindedir. Bilgi başta saklandıysa, kurallar oyun başladıktan sonra tek taraflı değiştirildiyse, ya da aynı kural farklı kişilere farklı uygulanıyorsa mesele bağlamın doğası değil, adalettir. Bu eşikler aşıldığında itiraz sadece hak değil, sorumluluktur. Bu yazıda anlatmaya çalıştığımız mesele, adaletsizliğe değil bağlamın kendisine itiraz etmektir. Çarpışan arabaya binip “neden çarpıyoruz” demek ne kadar saçmaysa, çarpışan arabalardan birisinin diğerlerinden daha büyük ve hızlı olduğuna itiraz etmek kesinlikle haklı ve yerinde bir itirazdır.
Belki en doğrusu, bir ortama girmeden önce kendimize küçük bir dürüstlük payı açmak. “Bu yerin doğası ne? Benden ne bekleniyor? Alternatifim var mı? Hangi tavizi peşinen veriyorum? Olur da şikâyetim olursa, bağlama mı itiraz edeceğim, haksızlığa mı?” Bu soruları kapıda sormak, içerideki öfkeyi ve hayal kırıklığını şaşırtıcı derecede azaltabilir. Çünkü beklenti gerçeklikle hizalandığında, hikâyenin tonu da değişir. Bir anda “beni ezdiler” cümlesi yerini “ben bunu seçtim, şartlarını bilerek oynayacağım” cümlesine bırakır. Bu şekilde bir psikolji ile hazırlanırsak haksızlık olursa elbette itiraz ederiz ama oyunun doğasına da kızmayız.
Özgürlük seçebilme gücü ise, olgunluk da seçtiğinin bedeline razı gelebilme cesaretidir.
Mağdur rolü konforludur; hepimiz ara sıra sığınırız. Ama lunaparkın kapısında bunu hatırlamak iyi gelir: Çarpışan arabaya binip çarpılınca kızdığımızı fark ettiğimiz anda hikâye yön değiştirir. Beklentimizi düzeltir, payımıza düşeni üstleniriz. Böyle olunca gerçek haksızlıkta sesimiz daha gür ve daha ikna edici çıkar. Çünkü artık biliyoruz: itirazımız oyunun doğasına değil, oyunu bozanlara.
(Bu yazının düzenlenmesinde ve görsel tasarımında YZ araçları kullanılmıştır)

bayErgin'den Notlar Mail Grubu