Bağlı Olmak ya da Bağımlı Olmak: İşte Mesele!

Genç yaşlarımda bir internet servis sağlayıcı şirkette satış ve pazarlama müdürü olarak çalışıyordum. Yeni bir marka çıkaracaktık ve ekip olarak çok heyecanlıydık. Gece gündüz demeden çalışarak içimize sinen bir marka yarattık. Genel müdürümüz ve patron onayladı, her şey yolundaydı. Medya planları hazırlandı, reklam filmleri çekildi, satın almalar yapıldı. Lansmana sadece iki hafta kalmıştı ki genel müdür beni odasına çağırdı ve dedi ki:

“Patronun abisi aramış. Kızı bizim markayı beğenmemiş. O yüzden değiştiriyoruz.”

Şok oldum. Onlarca kişinin yüzlerce saat emek vererek oluşturduğu marka, belki 10 yaşında bir çocuğun beğenisine kurban gitmek üzereydi. Mantık çerçevesinde itiraz ettim, durumu anlattım, neden bunun saçma olduğunu açıkladım ama nafile… Patron kararını vermişti. “Yeniden çalışın.” Aynı konuda üstlerime iki kere hayır dememe prensibimden dolayı "Tamam" dedim ve odadan çıktım.

İkinci kez aynı süreci başlatmak zorundaydık. Üstelik süremiz de çok azdı. Zaten medya satın alımlarını yapmış, paketleri bile hazırlamıştık. Ekibi topladım, açıklama yaptım. Ağlayanlar oldu, sinirlenenler oldu ama yapacak bir şey yoktu. Aynı gün ajansı bilgilendirdik, alternatif marka çalışmaları başladı. Zaman daralmıştı. O gece sabahladık ve hazırladığımız yeni marka önerileriyle patronun karşısına çıktık. Olan biteni anlattık, ilk markamızın neden en iyi seçenek olduğunu açıkladık. Bizi dinledikten sonra şöyle dedi: “Evet, zaten ben de abime söyledim, böyle bir şey için markayı değiştirmek olmaz. O da sadece kızının fikrini söylemişti zaten, ciddi bir talebi yoktu. Mevcut marka ile aynen devam” 

Sevinmeli miydim, sinirlenmeli mi? Bilmiyordum. Tek bildiğim mesajlar doğru ve gerektiği gibi aktarılmadığı için iki gün boyunca gereksiz yere mesai harcağımız, motivasyon kaybettiğimiz ve üzüldüğümüzdü.

Lansmanı yaptık, oldukça da başarılı bir lansman oldu. Ekip ve ajansımızla geleneksel lansman yemeğine çıktık, güldük, eğlendik. Sonra gözüm yemek yediğimiz mekanın dışındaki bir otobüs durağına takıldı. Orada raket olarak bizim markanın reklamı duruyordu. Ne kadar da sevimliydi, ne kadar da güzel dizayn edilmişti, ne kadar da amaca yönelikti. Marka ve amblem ne kadar da güzeldi... Güzeldi de, ben artık o markaya 10 gün önce baktığım gibi bakamıyordum. 10 gün önce benimdi o marka, her şeyiyle... Daha doğrusu ben öyle zannediyordum ama 10 yaşında bir "çocuk" beğenmedi diye her şey alt üst olabilirdi. O gün çok önemli bir ders aldım: 

Çalıştığın şirkete bağlılık ve bağımlılık arasındaki çizgiyi iyi ayırt etmek gerekir!

O yıllarda farkında olmadan şirketime bağımlı hale gelmiştim. İşimi, markamı, projelerimi o kadar sahiplenmiştim ki tüm kararları kendi kararlarım gibi algılıyordum; tüm başarılar benim zannediyordum. Ama gerçek şuydu ki şirketin patronu ben değildim ve nihai kararları ben veremiyordum. Bu deneyim bana bu acı gerçeği oldukça tatsız bir şekilde anlatmıştı.

Bağımlı bir çalışan, şirketini kendi varlığıyla birleştirir ve her şeyi kişisel algılar. Bağlı bir çalışan ise şirketini sahiplenir, elinden geleni yapar ama gerektiğinde duygusal mesafesini koruyarak durumu profesyonelce değerlendirir.

Bu olay aynı zamanda bana yönetici tipleri arasındaki büyük farkı öğreten derslerden biri oldu. Geçenlerde yazdığım "Raket misin, Elek mi? Tarafını Seç!" yazısında bahsettiğim gibi, yöneticiler ikiye ayrılır:

  • Raket Yöneticiler: Kendilerine gelen mesajları olduğu gibi ekibe yansıtır. Talimatları sorgulamadan uygular, üst yönetimin isteklerini tartışmaz.
  • Elek Yöneticiler: Gelen mesajları süzerek, analiz eder. Ekibe anlam kazandırarak iletir ve aynı şekilde, ekibin geri bildirimlerini de yönetime bağlamlı ve etkili bir şekilde aktarır.

Bu yaşadığımız olayda eğer ilk baştan mesajlar tam anlaşılıp daha anlaşılır ve tartışılır halde iletilebilseydi ne zaman ne de motivasyon kaybı yaşayacaktık. Bense kendi çapımda bir elek yönetici olmaya çalıştım. Ekibin moralini toparlamak için motive edici konuşmalar yaptım, süreci yönetmeye çalıştım. Ama ben de bağımlılığın sınırında dolaştığımı oldukça geç fark ettim.

Tüm bunları yaşadım, öğrendim ve hatta öğrendiklerimi yazıya döktüm. Ama ne oldu? 20 yıl sonra yine aynı hataya düştüm. Çünkü insan ne kadar ders alırsa alsın, bazen içgüdüleriyle hareket eder. Yıllar sonra Getir’de çalışırken şirketi kendi şirketim gibi sahiplendim (biraz da öyleydi), gecemi gündüzüme kattım, her detayı ile uğraştım. Bu süreç içerisinde bir dolu teklifi de geri çevirdim. Ama sonunda anladım ki, ne kadar emek verirsen ver, ne kadar sahiplenirsen sahiplen, ne kadar üst düzey olursan ol, eğer şirketin sahibi sen değilsen sonuçlar bir noktada kontrolün dışına çıkabiliyor.

Hatalar, öğrenmek içindir. Önemli olan, her seferinde biraz daha bilinçli hale gelmek, aynı hatayı biraz daha farklı bir şekilde ele almayı öğrenmek.

Peki ben özet olarak ne öğrendim dersem şu dört başlıkta toplayabilirim:

  1. Duygusal mesafeyi koru: İşi sahiplenmek güzeldir, ama hayatımızı ona endekslediğimizde kontrolü kaybedebiliriz. İş dünyasında duygularımızı yönetebilmek bizi daha sağlıklı kararlar almaya yönlendirir.
  2. Kontrolün her zaman elinde olmadığını bil: Her karar bize ait olmayabilir, her süreci yönetemeyebiliriz. Önemli olan, sürece nasıl katkı sunduğumuz ve sonuca nasıl etki edebildiğimizdir.
  3. Profesyonel bir gözlemci ol: Şirket kültürünü, yöneticilerin karar alma tarzını ve üst yönetimin bakış açısını iyi analiz etmeliyiz. Böylece nerede nasıl konumlanmamız gerektiğini daha iyi bilebiliriz.
  4. Liderlik tarzını geliştir: Raket gibi emirleri sadece ileten biri olmadan; elek gibi süzerek, anlamlandırarak yönetmek. Böylece hem ekibimiz hem de yöneticilerimiz bizi gerçek bir lider olarak görür.

Bugün geriye dönüp baktığımda, bağlılık ve bağımlılık arasındaki farkı çok daha net görebiliyorum. Şirketini, markanı, işini sahiplen; ama karar verici değilsen, her şeyi kişisel alma. Yöneticiysen, raket değil, elek ol. Gelen mesajları süz, anlamlandır ve ekip ile üst yönetim arasında köprü ol.

Kendi kendime soruyorum: Bir sonraki 20 yılda bu hatayı tekrar yapacak mıyım? Muhtemelen evet. Ama her seferinde daha bilinçli, daha hazırlıklı olacağım. Çünkü liderlik, bir varış noktası değil, bitmeyen bir öğrenme yolculuğudur. 

Ne demiş Michelangelo hem de 87 yaşında: "Ancora Imparo"

Peki ya siz?

  • Çalıştığınız şirkete gerçekten bağlı mısın, yoksa farkında olmadan bağımlı mı oldunuz?
  • İletişim tarzınız nasıl? Gelen bilgileri sorgulayıp bağlam kazandırarak mı aktarıyorsunuz, yoksa olduğu gibi iletip karar mekanizmasında pasif mi kalıyorsunuz?

(Bu yazının düzenlenmesinde ve görsel tasarımında YZ aracı kullanılmıştır.)

bayErgin

'Ancora Imparo'

Yorum Gönder

Daha yeni Daha eski